Görgüsüz

6 Ağustos 2009 Perşembe

Avrupa Birliği ve Alternatif İslam Birliği



Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarından bu yana, yüzümüzü nereye dönelim tartışması sürüp gitmiş. Bir koca asırı geçen sürede yüzümüzü dön baba dönelim siyaseti ile hiçbiryere dönememişiz. Batı ile Doğu arasında kalmış, İslam'ın nadir laik ülkelerinden biri olarak kimi kendimize dost bileceğimizi bir türlü bilememişiz.

Son dönemlerde Avrupa Birliği üzerindeki karamsar tablonun ortaya çıkması ve umutsuzluğun artmasıyla, İslam Birliği seslerinde garip bir yükselme oldu. Peki bu gerçekten mümkün mü? Mümkünse riskleri veya getirileri Avrupa Birliği'nden farklı mı?



Avrupa Birliği kuruluş itibariyle Almanya - Fransa arasındaki ticaret ile gelişti, daha sonra barış ve insanın yaşam kalitesini artırma hedefiyle yeni ülkeleri içine katan dev bir proje oldu. Amacı ekonomi ve ticaret ile demokrasiyi yanyana koymaktı. İçişlerinde tek, dışişlerinde bağımsız AB ülkelerini hedefledi.



İslam Dünyasında ise çeşitli İslam Birlikleri olsa da bunların söz sahibi ve işlerliği olan birlikler olduğunu söylemek pek zor. Olası yeni bir İslam Birliğinin liderliğini Türkiye mi üstlenecek? Hangi Müslüman ülke bu liderliği kabul eder? Peki Suudi Arabistan, Mısır veya İran gibi bir ülkelerin liderliğinde barış ve demokrasi üreten bir projeden bahsedilebilir mi?
Filistin gibi bir konuda bile ortak deklerasyon yayınlayamayan İslam Ülkeleri'nin ticarette, demokraside veya bir başka konuda AB benzeri yapıda bulunmaları mümkün mü? Her yanında kan akan bu İslam Coğrafyasında "Barış" veya "Dostluk" kelimelerinden çok "Cihad" ve "İntikam" sözleri duymuyor muyuz?




Bilim üretmeyen, demokrasiden uzak, fiili olarak A.B.D. yönetimine bağlı, eğitimsiz bir İslam coğrafyasından istersek 250 ülke bir araya gelelim, yine de tek bir adım atamayız. Daha iyi olmayı hedeflemeden, bulunduğu durumu öven bir siyaset mantığı ile İslam Ülkeleri ne kadar vizyon geliştirebilirler ki? Ayrıca Türkiye dışındaki ülkelerin de bu tür bir istek veya arzu içerisinde olduklarını söylemek pek zor.



Ya İslam ülkeleri toplu bir reform hareketine girişecek ya da İslam Birliği sözüm ona Türk aydınlarının hayalindeki alternatif olarak yerini alacak.



4 Ağustos 2009 Salı

Türban özgürlüğü yolu Münevver Karabulut'tan geçer

Bundan bir süre önce MHP'nin teşviki ile AKP, Türban'ın önündeki eğitim yasağını kaldırmak için bir dizi anayasa değişikliği üzerinde çalıştı. Bu değişikliklerin yapılması sürecinde AKP saflarından sadece Tayyip Erdoğan ve parti kurmaylarının değil, misal belediye başkanlarının da sesleri yükseldi. Hepsi de yoğun bir biçimde Türban savunuculuğu yaptılar. Demokraside bütün renklere açık olmak gerektiğinden dem vurdular. Sadece Türban açılımı konusunda değil pek çok konuda özgürlüklerden yana olduklarını beyan eden açıklamalar yaptılar.


Bu değişiklik Anayasa Mahkemesi tarafından engellenmiş olsa da, bu tartışma henüz bitmiş değil ve sorun ortada oldukça tartışma da devam edecektir.

Bu sırada sıradan olmayan bir cinayet yine ülke gündemine düştü. Gencecik bir kızın İstanbul'da vahşice öldürülmesi üzerinden aylar geçmiş olmasına rağmen zanlılar yakalanamadı. Bu tür olaylarda hep olduğu gibi hukuk ve güvenlik güçleri, halka karşı güven sınavı vermekteler. Toplum Münevver Karabulut cinayeti üzerinde dururken ve zanlıların bir an önce yakalanmasını isterken, devlet'in üzerine düşen görevi yerine getirememesi devlet kurumlarında ve siyasilerde panik havasına yol açtı.

Önce İstanbul Eski Emniyet Müdürü, ardından da başbakan Recep Tayyip Erdoğan belki toplumun bir kısmının (ne yazık ki) haklı görebileceği fakat yürekleri acıtan açıklamalarda bulundular. Zanlıları bir türlü bulamadıklarını kendi ağızlarıyla itiraf etmiş gibi oldular. Hani bir adım öteye gitseler "Bana ne yahu, kız benim kızım mı? Kızını dövmeyen dizini döver. Hadi torpilli bir ailenin kızı olsan neyse. " diyeceklermiş gibi bir tablo çıktı ortaya. Sanki bulmak için değil de, suçluyu haklı çıkarmak için çaba sarfediyorlarmış gibi.

Oysa aylar önce Türban'ı özgürlük adleden başbakan, bugün Münevver karşısında aynı tavırda değil. O zaman da "Türban takıyor ise üniversiteye de gitmeyiversin" diyen zihniyetten farkı kalmıyor(Ki bence zaten yoktur). Samimiyetini yitiriyor ve sadece kendine müslüman ve kendine demokrat oluyor. Aynı Deniz Feneri ve Ergenekon davalarının işleyişleri arasındaki farklar gibi, sizi ve iktidarınızı çifte standarta düşürüyor. Bu tür tek yanlı siyasete devam ederseniz, bir gün siz de eski siyasetçiler gibi yüzde 0.5 oyla siyasete veda etmeye mecbur kalırsınız.


Eğer samimi olarak Türban meselesini çözmek istiyorsak; niyet ölçmeyi, herkesi kendi değerlerimizle yargılamayı ve sadece kendimize yetecek kadar özgürlük istemeyi bir kenara bırakmalıyız. Hatta tarafımızı unutmalıyız. Eğer Türban sorunu çözülecek ise, bunun yolu Münevver'leri de sahiplenmekten geçer. Nasıl ki Türban sebebiyle lise mezuniyetine alınmayan kızı Sayın Başbakan arıyorsa, bu kez de Münevver'in anne babasıyla görüşür. Bu işin arkasında durur. Zanlının yakalanması konusunda ne gerekiyorsa yapıldığına halkı ikna eder.
Bunu yapmayan veya yapamayan hiçbir sağcı ya da solcu, muhafazakar ya da değişimci demokrat olduğunu iddia etmesin. Demokrat olduğunu söylemek kolaydır. Olması zordur.

26 Ağustos 2008 Salı

Avrupa Birliği ve Türkiye: Düğün ne zaman?


Türkiye, Avrupa Birliğine en uzun süredir aday olan ülke olma rekorunu elinde bulunduruyor. Türkiye, yüzünü Avrupa'ya döndüğü dönemlerde ismi varolmayan veya Rusya'ya yakınlığıyla bilinen ülkeler bugün bu ekonomik ve sosyal topluluğun bir üyesi.

Fransa'da AB Anayasası için yapılan referandum sürecince bile tartışmaların odağı haline gelmiş bir ülke olarak Türkiye, esasında AB için hem bir sorun hem bir fırsat hem de bir sınav.
Avrupa Birliği, Dünya sathında daha geniş bölgede etkili olmak istediği sürece (ki bu nihai hedeflerden bir tanesi) Ortadoğu'ya komşu bir Türkiye hem stratejik hem de askeri bakımdan AB'nin olmazsa olmazı. Amerika Birleşik Devletleri, Çin ve Rusya'nın yanında uluslararası bir aktör olmak isteyen bir AB için önemli bir faktör olsa gerek.

Üstelik Rusya'nın Gürcistan'a yaptığı saldırının ardından enerji yolları daha da tartışma konusu oldu. AB bu kritik konuda doğal olarak Rusya'ya bağımlı olmak istemeyecektir. Enerji yolları bakımından en uygun alternatiflerden biri de Türkiye'den geçiyor. Bunu da Türkiye adında artı hanesine yazalım.

Ayrıca Türkiye Dünya'nın en büyük 16'ıncı büyük ekonomisine sahip bir ülke. Üstelik genç ve ucuz iş gücü gibi yan faktörler de Türkiye için AB yolunda olumlu işaretler.
Peki Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki bu "aşk" neden bir izdivaç ile sonlanmıyor? Neden Türkiye yıllardır AB üyesi değil?
Öncelikle Türkiye demokrasi kültürünü kanlı olayların sonucu olarak değil nasihat olarak kazanıyor ki bu da bu kültürün yerleşmesini zorlaştırıyor. Ayrıca onlarca yıldır Türkiye'de paranoya haline gelmiş ve kangren halini almış sorunlara neşter atmak her hükümetin de harcı değil.


Türkiye'nin nüfusunun pek azının "kaliteli ve nitelikli" iş gücü olması da sorunlardan bir tanesi. Avrupa için niteliksiz bir kitlenin ülkeyi işgali tam bir kabus haline gelmiş durumda.
Son olarak Türkiye karşısındaki siyasi sorunları göz ardı etmemek gerekir. Zira AB nihayetinde üyesi olan ülkelerin çıkarları doğrultusunda hareket eden bir birliktir. Bu uluslararası ilişkilerin doğası gereğidir. Bu durumda Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan ve hatta Ermenistan ile yaşamakta olduğumuz sorunların AB sürecinde karşısımızda sorun olmaktadır ki bu da zaten kendinden emin olmayan bir AB ve Türkiye için işleri içinden çıkılmaz hale getirmektedir.
Nihayetinde anlaşılması gereken şudur ki ne Avrupa Birliği ne de Türkiye bu yolculuğun gidişatından emindir. Her iki taraf da zaman zaman ne istediğini bilmez tavırlar sergileyebilmektedir. Bana kalırsa karşılıklı paranoyalar her iki tarafından çıkarına olan bu nihai sonu geciktirmektedir.

7 Ağustos 2008 Perşembe

Yüksek Eğitim ve Yüksek Siyaset


Hürriyet'in bugünkü haberine göre Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül tarafından gerçekleştirilen son rektör atamalarına TUSİAD tepki göstermiş ve üniversitelerin siyaaetten uzak tutulması gerektiği konusunda bir görüşü savunmuş. Yıllardır bu görüşü pek çok konusunda uzman kişi pek çok kez tekrarlamıştır fakat bugüne değin bu konuda bir reform yapılması hemen hiçbir zaman öngörülmedi. Geldiğimiz noktada, yıllar önce üniversitelerdeki siyasallaşmanın önüne geçmesi için kurulmuş YÖK, siyasallaşmanın odağı ve sorunun tam da merkezi haline geldi.

Cumhurbaşkanı'nın halk tarafından seçilmesini savunan, yargıya eleştiriler saçarken halkın oylarının üstünde bir güç olamayacağını savunan zihniyet; en çok oy alan rektörleri deyim yerindeyse "patır patır" eledi. Bu kurumlar yetkilerini kullanmış olsalar bile geçmişteki sözleriyle tezat içerisinde olmadıklarını iddia edemezler. Hele hele yapılan atamalar sonucunda İTÜ'de istifa eden hocaları asla izah edemezler.



Ayrıca geçmişte bu sistemi savunmakta ısrar eden, varolan bu sistemden nemalanan, benzer demokrasi dışı hamleleri farklı amaçlarla yapan kurum ve kişilerin de bugün demokrasi söylemlerinde bulunmasını en özenli tabirle "komik" buluyorum. Bu insanlar gerçek anlamda demokratik bir yükseköğretimi isteyenlere köstek olmaktan öteye geçemiyorlar.
Hep uzlaşma kültüründen uzak olma ve yetkileri muhalefette eleştirip, iktidarda kullanma gibi bir hastalığımız var toplum olarak. Bu hastalıktan kurtulmadığımız sürece bugün siyasal olduğu için zarar görmüş her sistem iflas etmeye mahkum.




Üniversite gibi kurumların Avrupa'da Amerika'da nasıl yönetildiğine bakmadan işin içinden çıkmak zor gibi. Olumlu ve modern örnekler de yanıbaşımızda dururken bu ısrar nereye kadar sürecek bunu merak ediyorum. Bilim değil sorun üreten üniversitelerin durumu ortada. Giderek batan bir gemide kaptanın kim olacağını tartışıyoruz. Halbuki gemi batıyor.

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/9606421.asp?gid=229&sz=8722



4 Ağustos 2008 Pazartesi

Ergenekon Operasyonu



Bir yılı aşkın bir süredir devam eden ve en sonunda yargı süreciyle tanışan bir operasyon Ergenekon. İlk zamanlarında ciddiye alınmayan, sonraları ise her yeni delilde daha da sarsan bir deprem. Dalga dalga gözaltılarla Türkiye gündeminin son yıllardaki en büyük malzemesi.

Son yıllarda her konuda olduğu gibi bu konuda da toplum ikiye bölünmüş durumda. Bunlardan bir tanesi öyle ya da böyle ergenekon ve sonuçlarını bir demokratik ilerleme olarak görürken, bunun karşıtı görüş de aynı operasyonu bir sindirme politikası olarak görüyor. Tarafsız olmaya çalışan bir gözle bakıldığında ise bu yaklaşımların her ikisinde de doğruluk payı olduğunu söylemek ise esasında çelişkili bir yaklaşım sayılmaz.


Ergenekon Operasyonu herşeyden önce kendisini "Cumhuriyet" refleksi üzerine inşa eden ve bundan edindiği güç ile legal saydığı illegal yaklaşımları hayata geçiren bir örgütü açığa çıkarmıştır. Yıllardır süregelen asker - sivil ilişkilerine yeni bir boyut getirmiştir. Bülent Ecevit'in siyaseti bırakmasını tavsiye eden paşalar bir daha ki sefere aynı cesareti bulamayabilirler. Her ne kadar iddianame içerisinde yer almamış olsa da açığa çıkan Darbe Günlükleri iddiası bir dahaki sefere bir çok yetkisini aşan kimsenin başına iş açabilir.

Sivil bir demokrasi için olumlu sayılabilecek bu gelişmelerin arkasındaki gayri ciddi standartlara ve hatta daha da önemlisi siyasallaşmalara baktığımızda ise Türkiye'nin gitgide demokrasiden uzaklaştığını da pekala düşünmek mümkün. Zira bu zamana kadar AKP hükümeti hiç bu denli demokrasi sevdalısı olmamıştı.

Örneğin Arap şeyhinden alınan hediyeleri halen açıklamamış, kızları bir işadamı tarafından burs ile "ödüllendirilmiş" bir başbakan varken karşımızda, Maliye Bakanı Sayın Kemal Unakıtan hakkında üzerine gidilmemiş bunca iddia sineye çekilmişken, ATV ve Sabah satışı konusunda AKP içerisinden bile huzursuz sesler çıkmışken, benzeri pek çok iddia gazete manşetlerinde yer alıp hükümet tarafından ciddiye alınmazken aynı hükümetin demokrasi "aşkı" sizin de başınızı döndürmez mi?

Ben AKP'nin samimiyetine inanmamakla beraber böylesine bir operasyonun da varlığından dolayı mutluyum. Dileğim bu operasyonların sayısının artması ve sadece kendine demokrat olanları değil herkesi mutlu edebilecek ve güven verebilecek bir seviyeye ulaşmasıdır.

2 Ağustos 2008 Cumartesi

Parti Kapatma, Avrupa, Türkiye falan filan


Türkiye önemli bir parti kapatma davası ile ilgili kararı henüz bir kaç gün önce gördü. İktidar partisi suçlu bulundu ama kapatılmadı. Belki de ilk kez kapatmadan başka bir seçenek de değerlendirildiğinden olacak piyasalar sevinçli, halk mutlu, medya işte demokrasi diye haykırıyor.


DSP Genel Başkanı Zeki Sezer'in de belirttiği gibi AKP'nin bu sonuç ile mağdur edebiyatına bir son verilmiştir ki aslında davanın en pratik sonucu bu olacaktır. AKP bu sınavı vermeye hazır mı bunu göreceğiz ama şu an için demokrasinin en temel ihtiyaçlarından biri olan iyi bir muhalefet var olmadığı sürece AKP bu sınavlardan tam not alacaktır. MHP ve CHP'nin bundan sonraki tutumları da en az AKP kadar hayati.

Şahsen bu kararın ardından bir başka kapatma davasına dikkat kesilmekten kendimi alamıyorum. DTP'nin kapatılma kararı en az AKP kadar kritik bir süreç olacaktır. Sonuçları uzun yıllar etkili olacak bir karar olacağı muhakkaktır.

Avrupa'da kapatılan partiler göz önüne alındığında bile DTP'nin kapatılıp kapatılmaması tartışma konusudur. Zira İspanya'da kapatılan Batasuna partisi şiddet yanlısı olduğu için kapatılmıştır ki bu bir anlamda DTP'nin kapatılmasına örnek teşkil edebilir.

Tüm bunların yanı sıra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin her ülkenin kendi şartları olabileceğini kabul ettiğini de söylemekte fayda var.

Diğer yandan DTP 'nin kapatılması bundan önceki partilerin kapatılmasıyla benzer sonuçlar ortaya koyar. Aynı taban başka ve daha da önemlisi daha marjinal liderlere kayar. Sonuç yine şiddet yanlısı bir noktaya gelir.

Neden Avrupa'dan bahis açıyorum? Avrupa kapatılacak partilerin hep ilk adresi de ondan. Avrupa birliğini hristiyan topluluğu olarak gören Refah Partisi bile kapatılınca soluğu Avrupa insan hakları mahkemesinde aldı. AKP'nin de farklı bir method izlediğini söylemek zor. Zira henüz iddiaaname aşamasında bile AB yolları aşındı. DTP 'nin de benzer bir yöntem içinde olacağı neredeyse aşikar.

Sonunda demem o ki parti kapatma davalarını demokratik bulmayanlar bunu halka değil Avrupa'ya şikayet ederek demokrasiyi hazmetmediklerini gösteriyorlar. Eğer halkın yönetimini benimsiyorlarsa halka inançlarını daha kuvvetli gösterebilirlerdi. Avrupa duvarlarında ağlayarak ellerine bu zamana kadar bir şey geçmedi. Kapatılan yine kapatıldı. Gelsinler er meydanına.

Ayrıca merak edenler için Avrupa Birliğinde Parti Kapatmalar ile ilgili bir dizi link:

http://www.bbc.co.uk/turkish/europe/story/2008/03/080318_bakircaglar.shtml
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/8995046.asp?yazarid=91&gid=61&sz=57545z=57545
http://www.ortadogugazetesi.net/haber.php?haber=Avrupa+%FClkelerinde+de+parti+kapatma+var&id=4257

5 Temmuz 2008 Cumartesi

Kim Demokrasi ister?


Türkiye'nin dilden düşmeyen sancılı bir kelimesidir demokrasi. En demokratlıktan uzak olanların bile demokrasi nutukları çektikleri çok görülmüştür bu ülkede. Türk seçmeninin pek çoğu da ömrü hayatında bu yaşam biçimini görmediğinden midir bilinmez ama bu ucuz blöfleri hep görmüştür. Uzlaşma kültürü olmayan, liderlere inanan bir yönetim şeklini demokrasi bellemiş ve hatta ve hatta bunun sık sık darbelerle kesintiye uğramasını bile en azından haksız bulmamıştır. Peki esas soruya gelecek olursak: Gerçek demokrasiyi şu kısa cumhuriyet sürecinde bile kısmen yaşayabilen bir insanlar topluluğunda demokrasiyi kim ister?

Bana kalırsa halen yürütülmekte olan ağır aksak demokrasiyi bile (Avrupa'nın aksine) savaşarak, uğrunda kanlar dökerek kazanmayan bir ülkede sıradan vatandaşın demokrasiyi sahiplenmesi realist olmaz. Ayrıca ülke içerisince farklı kesimlerin sahiplendiği laiklik, ülke bütünlüğü veya dini yaşayış gibi konularda korku ve gerilim içerisinde olan, sürekli kaybetme korkusu aşılanarak gerilen, hoşgörüsü zayıflatılmış, bir tetikleyici etki ile aşırıya kaçmaya her daim hazır bir kitle için de demokrasi ancak hoş bir temenni olur.

Bunun sonucu olarak Türk insanı demokrasi sözünün devamında bir "ama" kullanmayı adet edinmiş durumda. Örneğin "Demokrasi olsun ama insanlar ahlaksız olmasın, erkekler küpe takmasın kızlar etek giymesin" şeklinde temel bir felsefeye sahip ciddi bir kitle var ülkemde. Hemen ardından da "Demokrasi tabii ki olmalı ama bak laiklik elden gidiyor. Bunlara demokrasi fazla. Önce bunlardan kurtulalım sonra çok güzel demokrasimiz olacak" düşüncesinde olanlar da hemen hemen aynı oranda mevcut.

Halbuki gerçek bir demokraside istisna ancak geçmişten gelen ağır bir ders olabilir. Örneğin Almanya'da Hitleri övemezsiniz. Almanya'da yeni açılacak olan Madame Tussauds müzesinde Adolf Hitler'in balmumu heykelinin bulunması bile tepkiyle karşılanmıştır. Almanya yasaları bir kez daha demokrasinin bir diktatör tarafından kullanılmasını engellemek adına her türlü ileri geri önlemi almıştır. Bu tür tekil istisnalar dışında demokrasi için pek de engel yoktur esasen.

Türkiye'de ise demokrasi hep arzulanan olmasına rağmen bulunduğumuz durumdan dolayı mecburen demokrasiye geçemiyormuşuz gibi bir hava var. Benim derdim ise kerhen isteyenleri değil, şartlı yaklaşımlarla gelenleri değil gerçekten demokrasi isteyenleri bulmak.

Siyasi iktidarlarından tamamına bakıldığında herkes kendine demokrat. Örneğin halen iktidarda olan Ak Parti 2002 yılında seçimlere girerken seçim sistemini değiştireceğini ve bu seçim sisteminin adil olmadığını beyan etmişti fakat alınan oyların ardından bu bir kez bile gündeme gelmedi. Bu demokrat bir yaklaşım mı?

Üniversitelere daha fazla özerklik verilmesini isteyen rektörlerin pek çoğu YÖK taraftarı. Neden? Üniversiteler özerk olsun ama diğer yandan birilerinin de düzen sağlaması gerekir. Peki diğer ülkeler nasıl sağlıyor? Belli değil.

Şiir okuduğu için tutuklananlar daha sonra çiftçiye ananı da al git demiyorlar mı? Güç kimdeyse demokrasi ondan mı yana? Hak hukuk ondan mı yana?

Bu kadar zamana göre değişken parametler, liderler ve insanlar varken sormakta haksız mıyım? Kim demokrasi ister?

Milletvekili dokunulmazlığı kalksın ister mi? Vatandaşa bugün git yarın gel diyen sıradan memur kendinden hesap sorulacak bir mekanizma ister mi? İhalelerini bağlayan tüccar bunları şeffaflaştırmak ister mi? Tuzla tersanelerinde iş kazaları sonucunda ölümler gerçekleşirken parmağını kıpırdatmayan kişiler demokrasinin herkesi sorgulayan, hak hukuk tanıyan yönünden hoşlanırlar mı? Herkesin her sözü özgürce söyleyebilmesini bu ülkede kim ister? Bunu gerçekten merak ediyorum.