24 Haziran 2008 Salı

Tanımsızlar ülkesi Türkiye

Türkiye öylesine bir ülke ki, devletin ve milletin en hayati bulduğu, var oluşunun merkezine koyduğu her türlü kavramın tartışılması, tartılması ve tanımlanması kimsenin haddine değil. Bugün aranızda laikliğin tanımını bilen var mı? Din ve devlet işlerinin ayrılması kadar basite indirgenemeyecek bu tanımı yapmaya Türkiye'de hemen hemen hiç kimse ulu orta cesaret edemeyeceği gibi bu tanımın uçları da son derece açık. Örneğin Amerika ve İngiltere'de daha yoğun olarak yorumlanan laiklik (aslında securalism veya anglasakson laisizmi) ile Fransız orijinli laisizm'den gelen laiklik yorumu arasında adeta dağlar kadar fark var. Bizimkisinin Fransız'lara biraz daha yatkın olduğu söylense de en azından Anayasa'mızda tartışabileceğimiz bir Laiklik tanımı yok.

Üstelik bu zaaf çeşitli zamanlarda çeşitli gruplar tarafından takiyeler ile değerlendiriliyor ve herkes laikliği kendi tanımına çekiyor. Bu önemli Atatürk ilkesi, zaman içerisinde kimi çevreler tarafından yozlaştırılmak isteniyor.

Gelelim bu paralelde başka bir tanıma: Din ve vicdan özgürlüğü. Kimileri mini etek giyen bir kız için orospu demeyi din ve vicdan hürriyetine sığdırabilirken, Alevi'lerin Cem evleri ile ilgili talepleri "Zaten Alevilik de bir din değildir, camii ile bir tutulamaz" gibi taraflı sebeplerle en azından erteleniyor. Karşı örnek olarak ise dinin taşıdığı her ikondan korkan, dindarları bile bir öcü olarak gören bir zihniyet var ki bu da durumu karşılıklı bir paranoya haline sokuyor. Yasaklanan herşeyde olduğu gibi bu hassas konularda da yasağın çekici ve mazlum olması durumu Türkiye'yi çıkmaz sokaklara itiyor.

Tanımsız tanımlardan devam etmek gerekirse halkı kışkırtma ve bölücülükten bahsetmemek olmaz. Bu ülkede kim demokrat kim anarşist kim bölücü kim satıcı belli değil. Sürüden ayrılan ve fikirlerinde cesur olan her insan için bu sıfatlardan herhangi birini almak şaşırtıcı olmamalı. Türk ordusunun savunmadığı veya karşı olduğu bir görüşü savunmak vatan hainliği için şart mesela. Amerika'da, ingiltere'de eğitim almış birisi büyük ihtimalle ajandır zaten. Vicdani red talebi yapan mı yoksa askerden kaçan mı diye soracak olursanız, ilki vatan hainliğidir. Peki tanımı nedir? Bilinmez. İtham için birebir tanımsız tanım.

Son olarak RTÜK yasasındaki "Türk Aile Yapısına" uygun olmak deyimine dokunmadan edemeyeceğim. Tanımsız tanımların en önde gidenidir. Kimdir Türk ailesi? Kaç kişiden oluşur? İstanbul'da mı yaşar? Sinema'ya gider mi? Klasik müzik dinler mi? Tiyatro'ya gitmiş midir? Bu aile için uygun olmayan herhangi bir şey tüm Türkiye için nasıl uygunsuz olabilir. Ellerinde bir tanımsız tanım, hangi programı kapatmak istersen kılıfına uydur.

Tanımlardan uzaklaştıkça aslında taraflara yakınlaşıyoruz ki esas tehlikeli olan da budur. Liderler suntasını besleyen; hukuka anayasaya ve fikirlere saygıdan uzak, kişilerin insiyatif ve görüşleri doğrultusunda şekillenen ve aslında temelsiz, eğitimsiz ve soru sormaktan uzak bir kitle tanımını bile bilmediği kavramlar ve deyimler üzerinde kavga ediyor. Bu takım tutmaktan farksız tartışma ortamı tanımsızlar ülkesi Türkiye'yi zor süreçlere sokuyor.

Yüzleşmek, akıl üretmek ve cesur olmaktır bu ülkenin anahtarı. Anahtar ne demek? O da tanımsız kalsın...

13 Haziran 2008 Cuma

Türkiye ve sol


Esasında Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu bile dünya görüşü bağlamında solun bir zaferiydi. Emperyalist devletlere karşı alınmış bir gururlu zafer ve bu zaferden doğan yeni bir cumhuriyet. Üstelik bu devlet sol bir parti tarafından ve hatta sadece sol bir parti tarafından yıllarca yönetildi. Çok partili dönemin başlaması ile beraber, düzeni kurmuş olan sol görüş düzene karşı olma misyonunu ilginç bir şekilde sağ partilere kaptırdı. Daha sonraki yıllardan bu zamana gelen süreçte Karaoğlan Ecevit'in asi çıkışı ve halkçılığından doğan karizması dışında solun daha sonra kendi kurmuş olduğu bu cumhuriyet düzeninde iktidar olamaması ancak trajikomik olarak nitelenebilir.

Kendi kurduğu düzeni, zaman zaman değişen yılların değişen şartlarına bakmaksızın muhafazayı amaçlayan sol görüş bu süreçte ne liderlerini ne görüşlerini ne siyasi duruşlarını değiştirmeye ihtiyaç duymadılar. Değişenleri her zaman bir tehdit olarak algılamayı adet haline getiren bu görüş, değişimin değil olanı muhafazanın simgesi oldu ki buna Dünya standardında sol demek gülünç olur.

Geçtiğimiz yıllarda Avrupa Birliğini savunan ve bu uğurda gümrük birliği için en önemli adımları atan sol bugün bir muhafazakar grubun kendini Avrupa Birliği taraftarı görmesi yüzünden Avrupa'ya bir düşman muamelesi yapmaktadır. Yasakların en büyük düşmanı olması gereken sol bugün yasakların en büyük savunucusu konumunda. Almakta olduğu hüzünbaz seçim sonuçları bile bu sol görüşü ve etkisini azaltmadı.

Oysa ki 2000'li yıllarda Avrupa ve Latin Amerika'da sol için adeta yeniden parlama dönemiydi. Başta İngiltere'de yıllar sonra Tony Blair'in almış olduğu seçim zaferi olmak üzere, pek çok ülke halkı aslında giderek küreselleşen ve kontrolden çıkan bir düzene "Ağır ol!" dedi.

İnsan hakları, demokratik haklar, azınlık hakları, küresel adalet, çevre sorunları, çalışan hakları gibi pek çok konu sol görüş tarafından yeniden irdelenerek adeta günümüze uyarlandı. Özelleştirme karşıtı olan solun yerini devletin hantallığını kavramış ve özelleştirmenin hangi şartlarda yapılması gerektiğini açıklayan bir sol aldı.

Yabancı sermaye gibi sol görüşün tüylerini diken diken yapacak bir kelime, bugün kendini komunist ilan etmiş olan Çin için altın yumurtlayan tavuk. Şartlarını açıkça koyan ve bir elinde ekmeği bir elinde sopayı gösteren Çin an itibariyle Yabancı Yatırımın adeta aktığı bir ülke. Peki Bunun sonucunda ne oldu? Neyin nasıl yapılacağını yabancı sermayeden öğrenen bu ülke bugün IBM'i satın alan bir firmaya sahip. Kendi arabasını kendi silahını kendi bilgisayarını kendi teknolojisini üreten bir ülke. Üstelik küresel gerçekleri de göz önüne alarak her ürünü rakiplerinden ucuza satmayı başarıyor ve kapitalist dediklerini kendi silahıyla vuruyor.

Yabancı kıyaslarına bakılırsa Türkiye'de solun bir yenilik içerisine girmesi gerektiği aşikar. Yıllar öncesini özlemle anmaktan ötesine gidemeyen bir solun kendine destekçi bulması beklenebilir mi? Kendisini halkın anlamadığı gibi abuk bir sebebin arkasına sığınmış olan bu garip yaklaşım daha ne kadar varlığını sürdürebilir? Atatürk'ün 80 yıl öncesine değil 80 yıl sonrasına bakarak bu ülkeyi yönettiğini unutanlar, Atatürk'ü savunduklarını düşünseler de bugün Atatürk'e saldırılmasının en önemli faktörlerinden biriler.

Türkiye'nin Kıbrıs, Avrupa Birliği, Güneydoğu sorunu, Ermenistanla ilişkiler, Türban, Eğitim gibi sorunlarına belirgin, tutarlı bir yaklaşım sergilemekten uzak hiçbir sol veya sağ partinin iktidar olması muhtemel değildir. Solun kendi içerisindeki anlaşmazlığı bir an evvel çözerek, Türkiye'de çözümün bir parçası olduğunu göstermesi gerekir. Aksi taktirde bu ülke tek kanadından yoksun bir kuş misali dibe vurmakta ve tüm bunu her alanda acı bir şekilde hissetmekte.