18 Mayıs 2008 Pazar

Doğu batı arasında Türkiye : Orient

Türkiye'nin millet ve devlet olarak coğrafi ve kültürel bağlamda yıllardır kendine biçtiği bazı değerli sıfatlar vardır. Doğu ile batı arasında köprü , doğu batı sentezi olmak, medeniyetler çatışmasına reçete olmak gibi. Aslında bu kendimize biçtiğimiz sıfat veya görevlerin temelinde yatan yegane unsur Oryantalizm'dir.


İlk olarak Edward Said tarafından ortaya atılmış olan bu kavram bizi açıklamaya fazlasıyla yetiyor. Oryantal olmak Batı medeniyeti ile Doğu medeniyeti arasında kalmak demek. Kendini hem doğudan hem batıdan görmek ama aslında hiçbirine tam olarak ait olmamak demek. Batı için doğu, doğu için batı olmak demek.



Aramızda kim kendini sadece ya da tam olarak batılı olarak görebilir? Yağlı kebapları götüren memleketim insanları için pek zor bir iddia. Batı edebiyatına yatkın olduğumuz söylenemez. Klasik müzikle aramızın pek iyi olduğu da söylenemez. Batının kültür olarak gördüğü değerler arasında pek başyapıtımız da yok. Divan edebiyatı gibi neredeyse tamamen doğudan etkilenmiş bir şiir akımı halen şiirin en parlak dönemi olarak görülmekte. Üstelik de heykel ve bale gibi daha çok batıda gelişmiş sanatlarda da adeta adayımız yok. Diğer yandan mıillet olarak kullanmakta olduğumuz keman bile batı müziğinden farklı. Tüm bunların yanında rönesans ve reform hareketlerini Avrupa yaşarken biz ayrı dünyalardaydık.


Peki ya tam olarak doğu insanı olduğunu düşünen var mıdır? Bu daha yüksek ihtimal olmakla beraber sanmam. Zira yüzyılı aşkın bir süredir batıya yüzünü dönen bir devlet stratejisi var. Tartışmaları hiç bitmemekle beraber süregelen bir cumhuriyet ve laik devlet anlayışı mevcut. Latin harflerini kullanan, Avrupa Birliğine aday, ticaretinin yüzde 60 ını Avrupa Birliği ülkeleri ile yapan bir Türkiye var. Bundan bir kaç yıl öncesine kadar türlü cinayetlerde İran'ın parmağını düşünen bir ülkeyiz.
Tüm bunların arasında doğan yanlışlığımızın kanıtıdır oryantalizm. Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur klişesini basleyen temeldir. İnsanımızın hem doğu hem batı tarafından deyim yerindeyse horlanmasının sonucudur. Dış politikamızdan yemeklerimize kadar yansıyan iki taraflılığımızdır. Hem en büyük zaafımız hem de gücümüzdür.
Öncelikle farklı olmamızı idrak etmeli ve bunu normal karşılamalıyız sanki.

17 Mayıs 2008 Cumartesi

1 Mayıs 2008

Türkiye'nin 30 yıl geriye gidip yeniden geldiği bir gün. Bir hesaplaşma mıdır yoksa tekerrür mü? Bir "Meydan" kavgası içerisinde bulunabilmeyi ve hatta bunu günün konusu yapabilmeyi başarabilmek hem siyasiler, hem bürokratlar hem de sendika liderleri için kolay olmasa gerek. Zira Taksim Meydanında bu eylemin gerçekleşmesi için yapılan inat ne kadar anlamsız ise, her biriken 3-5 kişi için biber gazı sıkmak, hastanedeki çocuğu etkisiz hale! getirmek de o kadar anlamsız.

Güzel ülkem bu 1 Mayıstan ancak kötü bir tecrübe kazanmıştır. Tabii onu da değerlendirebilirse. Görünüşe bakılırsa gelecek yıl için de sendika liderleri Taksim sevdasındalar. Peki bürokratlar? Polis? Aralarından bazılarına göre zaten pek de bir sorun yok devlet adına. Yerde oturan kadının suratında patlayan polis tekmesi, hastane önüne atılan anlamsız gaz bombaları (daha sonra polisin bu gaz bombasını atmadığı ve düşürdüğü belirtilmiştir), sanki bir savaş varmışçasına "coşkulu" tedbir alan emniyet güçleri.

Sadece bir varsayım yeterli olurdu halbuki. Düşünün sadece. Bir türban mitinginde benzeri kareleri. İster türbana karşı bir grup olun ister taraftar, yine de konu türban olunca dayak yemezdiniz. Böylesine helak durumlara düşmezdiniz. Hemen hemen hiç bir konudaki eylem, hükümete muhalif olsa bile bu kadar sert tepki görmemişti. Hatırda kalan hiçbir eylem bu denli inatlaşmayı yaratmamıştı.

Böylesine eylemleri gördükten sonra tutup da Avrupa'lı olabileceğimizi iddia etmek gerçekten zor.